Sayfalar

18 Ocak 2016 Pazartesi

İstanbul / Ankara

Ankara'ya taşınalı 4 sene bitti. İstanbul'da yaşadığımız dönemde, İstanbul'un kendisini, orada yaşayan arkadaşlarımı, evimi yani İstanbul'daki hayatımı seviyordum. Ankara'da daha önceden yaşadığım için, eşim nedeniyle Ankara'ya taşınma kararı aldığımızda esasında çok zorlanmadım. Ama gönlümün bir yarısı hep İstanbul'daydı, oradaki yaşamımı özlüyordum. sanki ben Ankara'dayken, İstanbul'da hayat akıp gidiyordu ve ben şehirdeki bir çok şeyi kaçırıyordum. Ve kısa zamanda değil belki ama ileriki hayatımızda tekrar dönme konusu gündeme gelse, kesin giderim diyordum.

Ta ki.....Geçtiğimiz Ekim ayında bir toplantıya geldiğimde, sabahın 09:30'unda trafikte kalana kadar. Yani 09:30 işe başlamış, maillerine bakmış, neredeyse işi bir kıvama getirmiş olduğun saat. Ama trafikte o saatte bir sürü insan. Bu insanlar çalışmıyor mu? İşlerine geç kaldıklarında sorun olmuyor mu?  Evet bu 4 sene içinde gidip gelmelerim oldu. Her geldiğimde bir şeyler daha dikkatimi çekti. Mesela İstanbul'da yaşarken ben tamamen toplu taşıma insanıydım. Taksim'e vs gideceğim zaman metroyla giderdim. Ankara'da metroda yer alan 3-5 basamaklı yürüyen merdiven ile Şişhane'deki yürüyen merdiveni karşılaştırdığımda, kalbime bir basmalar geliyor. Veya yürüyen merdivende yanlışlıkla birisi solda beklediğinde, İstanbul'da hemen o kişiyi "Pardon, Pardon!!!" diyerek hizaya getirmeler dışarıdan gözlemci olarak garip geliyor, sonuçta İstanbul'da herkesin bir acelesi var, herkes hızlı olmak zorunda, çünkü hayat akıyor ve herkesin zamanı kıymetli....Ankara'da ise durum biraz daha farklı...Evet burası gri bir şehir, hatta misafirin geldiğinde Anıtkabir harici götüreceğin doğru dürüst bir yer yok, bildiğin AVM cenneti:( Eskiden güzel olan tiyatrolar vs de artık biraz sıradanlığa bıraktı. Açıkçası Ankara'da eskiden Piknik'in açık olduğu, insanların özenle giyinerek tiyatrolara gittiği, Çubuk Barajı'nda ailelerin hafta sonları zaman geçirdiği yani Ankara'nın kalite koktuğu dönemde yaşamayı çok isterdim. Şimdi bakınca pek elle tutulur bir yanı yok, Dinazor heykelleri, şehrin girişlerine koyulan kapılardan bahsetmek bile istemiyorum....Amaaaaaa Ankara yaşadıkça özümsenen bir yer... Elle tutulur bir yanı olmasa da değişik bir alışkanlık yaratıyor.

Yazı bir anda Ankara-İstanbul kıyaslamasına döndü, esasında niyetim bu değildi. Sadece son geldiğimde, İstanbul dünyadaki en güzel şehirlerden biri olsa da, yaşaması çok zor bir şehir olarak geldi. Yorucu ve yıpratıcılığı gözümü korkuttu. Hala çok seviyorum, hatta geldiğimde kendimi Avrupa'da başka bir ülkeye gitmiş gibi hissediyorum, buna içindeki insanlardan sokaktaki kafelerine kadar dahil...İstanbul'u seviyorum ama anladım ki artık bir turist olarak seviyorum. Sanırım yaşla beraber insan kolaylıklara alışıyor. Bu gidişle uzun yıllar Ankara'da yaşarım sanırım, ama ileride bir şehir değişikliği söz konusu olur ise, sanırım İzmir bölgesi veya Datça yarımadası olur....Herhalde nerede yaşarsan yaşa, sen mutluysan o şehir seni mutlu eden şehir oluyor...

14 Ocak 2016 Perşembe

Zümrüt

Üniversiteye hazırlandığımız yıllar, apartmanın giriş katına iki üniversite öğrencisi taşındı. Biz tabi o dönem liseli olduğumuzdan, bu kızlara özeniyoruz, sonuçta üniversite kazanmış, başka şehre gelmişler, ev tutmuşlar, ayakları üstünde duruyorlar vs vs. En başta taşınırken gördük, sonra bir iki kere oturmaya gittik, yalnız kalmasınlar diye evde ne yemek varsa götürdük. Aradan bir kaç hafta geçti, kızların biri memlekete gitti, evde sadece diğer kız var. Biz de apartmandaki diğer yakın arkadaşımla kızı ziyarete gittik. Eve iyice yerleşilmiş, üniversite evlerinin vazgeçilmezi duvarlara fotoğraflar asılmış.Kız fotoğrafların önünde iken, kişileri tanıtıyordu. Bir fotoğrafın önünde durdu, sanki kızı bizim tanımamız gerekiyormuş gibi ismini söyledi. Biz de hiç bir şey anlamadık, sonuçta daha dün bir bugün iki nasıl ortak arkadaşımız olacak ki... Ama söylediği isim de bir hayli tanıdık, meğersem ev arkadaşı olan kızın ismiymiş. Ama bizim gördüğümüz kız ile fotoğraftaki kızın alakası yok. Bizim oralarda fotoğraf çektirince, photoshoptan anladığın sadece bütün yüzü aynı renk yapmaktı, bu kızı photoshop yapmakla kalmamış, bambaşka birşey yapmışlar. Kız o yıllarda görmediğimiz şekilde,normalde kahverengi gözlü iken, fotoğrafta mavi gözlü olmuş,  saçlara ışıltılar gelmiş, yüzü desen bildiğin bebek olmuş. Hatta ne bebeği taş, taş!!! Biz de hayatında ilk defa fotoğraf görmüşler gibi fotoğrafın önünde bir saat kalakaldık, bizim oralar küçük yer, bir fotoğrafçı olur, herkes orada fotoğraf çektirir, hatta yoldan geçerken kendi fotoğrafını ertesi gün vitrinde bile görebilirdin. Meğerse bizim oralara o dönemde gelmeyen teknoloji, İstanbul'da Zümrüt diye bir fotoğrafçıya gelmiş, "çirkin hatun yoktur, photoshopsuz hatun vardır"ın kitabını yazmış. İşte şimdi cebimizde cep telefonunda çektiğimiz fotoğraflarda bile şekilden şekle girebiliyorken, eskiden her şey ne kadar ulaşılamazdı diye insan düşünmeden kendini alamıyor. Özetle , işte buralar hep tarlaydı.....